25 Temmuz 2011 Pazartesi

Üçe On Kala


Üçe On Kala
M. Sacid ARVASİ



Geldim, geldim!' diye haykırdı, merdivenleri koşar adım inerken. Kapıdakinin acelesi olmalıydı. Tokmağa bir dokunmuş, bir daha bırakmamıştı, art arda çalıp duruyordu. Hasibe Anne kızgınlıkla karışık bir telâşla kapıyı açtığında gözlerine inanamadı.

-Cemil!

Oğlunun ismi, bir hayret nidası gibi dökülmüştü dudaklarından. Onu altı ay önce Sibirya'ya göndermiş, bu kadar çabuk döneceğini tahmin etmemişti. Onca yıl okulunu bitirmesini beklemiş, tam artık ayrılık bitti derken, 'Gitmeliyim!' demişti, Cemil. 'Gitmeliyim anne, bir insanlık davasına ben ömrümü vermeliyim, sen de evlâdını vermelisin, bizden evvelkilerin ömürlerini, servetlerini, oğullarını verdikleri gibi.'

Anadolu kadını... Onu dinledikçe hak vermiş: 'Git oğlum.' demişti. Bilecik istasyonunda oğlunu cepheye uğurlayan ana gibi; 'Git.' demişti; o da Sibirya'nın buz iklimine Anadolu'dan sıcak bir esinti olarak gitmişti.

Gideceği günün akşamında annesi oğlunun başını dizine koymuş okşamıştı, çocukluğunda olduğu gibi. Sonra çeyiz sandığını açmış, içinden köstekli bir saat çıkarmış ve, 'Al oğlum, bu babanın yadigârıdır, ona da babasından kalmış. Bu aile yadigârına baktıkça anacığını hatırlar, babana da dua edersin.' demişti.

Annesinin ellerini öpüp yüzüne sürdü: 'Seni hiç unutur muyum anne!'

Sonra ayağa kalktı, çantasından bir çalar saat çıkardı: 'Madem öyle, ben de sana kendi saatimi bırakayım. Bu herhangi bir saat değil ha! Kalbimin nabızlarıyla beraber atar. Bu halkalar da benim eserim.’

Cemil, saate üç tane döner halka takmıştı. Bu halkalardan saatin merkezine birer ok uzanıyordu. Birinci halkada 'sabah', ikinci halkada 'kuşluk' üçüncüsünde ise; yalnızca 'T' yazılıydı. Mevsimine göre bu halkalar bir saatin üzerinde sabit duruyordu.

Yeni bir anlayışla hayata gözlerini açtığı günden beri sabahleyin uyanınca, saati kuşluk halkasına kurar, gece yatınca da "T" halkasının üzerine getirirdi. Bunu annesine anlattıktan sonra: 'Sen de aynısını yapar, bana dua edersin.' demişti. Ve daha neler neler konuşmuşlardı. Sabahleyin namaz vaktinde annesi onu uyandırmış ve uğurlamıştı. Bir gidişi vardı ki, fecir vakti sanki karanlığın üzerine sefere çıkmış bir ışık süvarisi idi. Güneşi henüz uyanmamış yerlerin, güneşini dürtmeğe gidiyordu sanki. Tam da bu gidişin dönüşü tez olmaz diye düşünürken, şimdi oğlu karşısındaydı. Her ananın yaptığı gibi açabildiği kadar kollarını açtı ve oğlunun boynuna sarıldı. O an bir karanlığa açıldı gözleri. 'Yavrum' dedi, ağır ağır doğruldu yatağından. Saat "T" halkasının gösterdiği zamana geliyordu. ‘Bu gece sahibin beni uyandırdı, sana ihtiyaç kalmadı.’ diyerek saatin düğmesini kapattı. Abdest alıp seccadesini serdiğinde gözü bir kere daha saate takıldı. Akreple yelkovan yerlerinde duruyordu. Saat üçe on kalayı gösteriyordu. Saati eline alıp baktı. Hayret, Cemil'in saati durmuştu. Anlatılmaz duygularla: 'Yavrum' dedi, 'Nereden bildin saatin durduğunu da gelip anacığını uyandırdın.'

Huşu içinde namaza durdu. Ayrı bir hal kapladı içini bu gece. Sabaha kadar dua dua yalvardı.

....

Birkaç gün sonra, ürkek dokunuşlarla kapısı çalınmaya başladı. Eski evin merdivenlerini gıcırdata gıcırdata inip kapıyı açtı. Nur yüzlü iki genç duruyordu. Uzun boylu olanı ancak duyulacak bir sesle: 'Hasibe Anne siz misiniz?' dedi.

'Evet!'

'İçeriye girebilir miyiz Hasibe Anne? Biz Cemil’in arkadaşlarıyız.'
dediler.

Hasibe Annenin gözleri parladı, sevinçli bir telâşla: 'Tabii, tabii! Buyurun evlâdım!' dedi. Ardından heyecanla:
—Cemil, Cemil de geldi mi? O nerede?
—O gelmedi Hasibe Anne...
—Ama bu elinizdeki onun çantası...


İkisinin de bakışları yere indi. Bu ne çetin bir şeydi Allah'ım. İlk konuşan kendisini zar zor toparladı:
—Hasibe Anne, bu çanta onun, ama...

Devamını getiremedi, kelimeler yaş olup indi gözlerinden. Anlamıştı Hasibe Anne, bir anneden daha iyi kim bilebilirdi ki gözyaşı lugâtini. Olduğu yere yıkıldı. Ağlayışlar kim bilir ne kadar sürdü, sonra, 'İnna lillah ve inna ileyhi raciun / Allah'tan geldik, O'na döneceğiz.' dedi. Tevekkül, teslimiyet; çizgi çizgi bir sükunet şekillendirdi yüzünde:
'Nasıl oldu?' diye sordu.

'Biraz hastaydı, doktora götürdük. Durumu iyiye gidiyordu, o akşam da çok iyiydi. Hattâ talebeleri ziyaretine gelmişlerdi. Onlar gittikten sonra yordum galiba kendimi diyerek odasına çekildi, bir daha da uyanamadı.'

— Pekiyi ya naaşı...


Yine bir gözyaşı nöbetine tutuldu Hasibe Anne, devamını getiremedi.

Uzun boylu olan kendisine bazı kâğıtlar uzatarak:
— Sabahleyin naaşının yanında bunları bulduk. Sanki vefat edeceğini anlamıştı. Israrla, hemen ertesi gün öldüğü topraklara gömülme isteğini yazmış bu sayfalara. Biz de oğlunuzun bu kadar ısrarlı son isteğini kırmayacağınıza inanarak onu okulumuzun bahçesine defnettik, çok sevdiği talebelerinin seslerini duyabileceği bir yere...

Sonra cebinden köstekli bir saat ile bir zarf çıkarıp Hasibe Anneye uzattı:
- Bunları da size bırakmış Hasibe Anne, bu oğlunuzun saati, bu da size yazdığı son mektup.

Hasibe Anne, saati avucuna alacak şekilde zincirini koluna doladı, ardından titrek ellerle mektubu aldı, dudaklarına götürüp öptü ve uzun uzun ağladı. Her şeye rağmen nezaketini muhafaza ederek: 'Müsaade eder misiniz evlâtlarım?' diyerek kalktı. Oğluyla son defa konuştukları sedir üzerine oturdu. Oğlunun başı dizinde, gitmeden önce söylediği sözler bir kere daha yankılandı kulaklarında. ‘Artık bundan böyle sana dua etmek, bana da bir küheylan gibi çatlayıncaya kadar koşturmak düşer. Ve belki de bir gün cennette zümrütten sedirlerde otururuz anne! Ben yine başımı böyle dayarım dizine, sen de bir yandan saçlarımı okşar, bir yandan da bana ninni söylersin. Bir ana için evlâdının başını dizlerinde okşamak ve bir evlât için anasının içli ninnisini, zamansız bir mekânda sonsuza kadar dinlemek, ne muhteşem...’ Zar zor açtı mektubu:

'Anacığım!' diye başlamıştı Cemil. “Ömrüm bitmeden bu mektubu tamamlayıp tamamlayamayacağımı bilemiyorum. Bu mektubun ikimizin sırrı olarak kalmasını istiyorum. Buralar ne soğukmuş meğer anne, iliklerim dondu. Üşüyorum anneciğim, çok üşüyorum. Bu mektubu hasta, yatağımda yazıyorum. Akşam talebelerim beni ziyarete geldi. Şifa bulmak için onlara dua ettirdim. Bir dua edişleri vardı ki anne, görmeliydin... Bin tane canım olsaydı ve bin tanesi de bu soğukta buz kesseydi, yine de gelirdim buralara anne. Bu akşam seni çok aradım. Burada olsaydın, nane limon kaynatır beni terletirdin. Şu an burada olamayışına artık yanmıyorum. Çünkü anne, bir ara dalmıştım ki, birden odamın kapısı açıldı. İçeriye nurdan bir abide girdi. Görür görmez ayağa fırlamak istedim; ama kalkamadım, takatim yoktu. 'Üşüdün mü Cemil’im, çok mu üşüdün?' dedi. Bana ‘Cemil'im dedi anne! ‘Cemil'im dedi! Çıkarıp hırkasını giydirdi. Dahası ‘gel’ dedi, artık ebediyen üşümeyeceksin. Kalkmaya çalışırken yatağımdan fırlamışım. Davetine uyup gideceğim anne. Gitmeden belki sana da uğrarım. Benim için üzülme, ben de senin için üzülmeyeceğim. Beni uğurlarken, ‘Allah'a emanet ol.’ demiştin ya şimdi ben de seni O'na ve Habibine emanet ediyorum. Bana bir Fatiha oku ve Allah'a emanet ol anne...”

Oğlun Cemil


Mektup düştü ellerinden Hasibe Annenin. Dudakları gayri ihtiyari kımıldadı. Şimdi Fatiha okuyordu Cemil'e, sanki kulağına ninni fısıldıyordu. Ellerini yüzüne sürerken gözleri Cemil'e verdiği ata yadigârı saate takıldı. Saat üçe on kalanın üzerinde durmuştu.

24 Temmuz 2011 Pazar

KızmaK

Bir alışveriş merkezinin kafeteryasında Melisa ve Mert kahve içerlerken oğulları, beş yaşındaki oğulları birden bire kendini yere atarak vızıldamaya başladı. Ağlama değildi bu, ağlamaya benzeyen bir vızıldamaydı. Oğullarının bu davranışı Melisa ve Mert?in hiç hoşuna gitmemişti; ama sadece ?oğlum yer soğuk ayağa kalk hasta olacaksın? demekle yetindiler ve kahvelerini içmeye devam ettiler. Aradan bir dakika geçtiğinde çocuk vızıldamaya devam ediyordu. Çevrelerinde oturanlar, anne ya da babanın çocuğun bu olumsuz davranışını ve iç bayıltıcı vızıltısını bitirmek için kalkıp bir tane vuracağını düşündüler. Çocuğun babası Mert, izleyenlerin beklediği gibi ayağa kalktı. Yalnız çocuğa ne bağırdı; ne de vurdu. Çocuğu zarif bir hareketle kucaklayarak kollarına alıp kafeteryadaki sandalyesine oturdu. Bu arada çocuğu da kucağına oturttu. Sonrada masaya bir miktar şeker küpü atıp ?acaba masada kaç tane şeker küpü var? diye oğluna sordu. ***
Kadriye ile Alper yeni evlenmişlerdi. Bir gün kahvaltıdayken Kadriye, Alper?e sordu. Kahve ister misin? Alper televizyon izlemeye dalmıştı. Kadriye, cevap alamayınca kızacak gibi oldu ve aynı soruyu bu sefer sesini yükselterek sordu. Yine cevap yoktu. Alper sabah haberlerine dalmıştı. Kadriye, düşündü biraz daha bağırsam mı, yoksa bir kahve yapıp önüne koysam mı? Alper, en fazla kahveyi reddedip çay isteyebilirdi. Ama bana ?cevap ver? diye bağıracak olursa tatsızlık çıkacaktı. Kadriye, Alper?e bir fincan kahve verdi. Alper kendisine gelenin kahve mi, yoksa çay mı olduğunu bile anlamadan kahvaltısını bitirdi.
***
Arkan eşine seyahate çıkacağını hiç vakti olmadığını, onun için bavulunu hazırlayıp hazırlayamayacağını sordu. ?Mavi gömleğim çok önemli, biliyorsun onu çok seviyorum, onu koyar mısın?? deyip hızlıca tıraş oldu. Sonra da eşinin hazırladığı bavulu alıp hızlıca hava limanına hareket etti. Uçaktan inip otele vardığında mavi değil, beyaz gömleğin bavulda olduğunu gördü. Uyardığı halde neden karısı mavi gömleğini koymamıştı ki! Sinirlenecek oldu. Ama birden eskiden hatırladığı bir formül geldi, o andan tam bir yıl sonra, yanlış gömleğin bavula girmiş olma sorunu önemsiz olacak ve unutulacaktı. Şimdi eşini arayıp onu bu kadar suçlaması, onu üzmekten başka bir işe yaramayacaktı. Kaşlarını komik bir şekilde eliyle düzelti ve eşini aramaktan vazgeçti.
***
Feyza üniversiteden sınıf arkadaşı Ayten?e Perşembe akşamki tiyatroya bilet almasını rica etmişti. Ayten evlerine çok yakın olan tiyatrodan okula gelirken bilet alacaktı. Ancak Ayten bileti almayı unuttu. Feyza, ?Yarın alırsın? dedi. Ayten ertesi gün tiyatroya uğradı ama yerler bir önceki gün bitmişti. Okula ulaşıp bunu Feyza?ya söylediğinde Feyza ?zamanında davransan şimdi yarın tiyatroya gidiyor olacaktık? diye içinden geçirdi. Bu düşüncesini seslendirmek bir işe yarayacak mıydı, peki? Feyza yaramayacağına karar verince, ?Olsun, biz de güzel bir DVD film alırız biz de birlikte seyrederiz.? dedi.
***
Ömer ile Nuray çocuklarını ilköğretim okuluna kaydettireceklerdi. Nuray eşine, telefon ederek okulun hangi evrakları istediğini, en son kayıt tarihini sormasını istemişlerdi. Çocuklarının bu okula kaydolmasını çok istiyorlardı. Ne var ki, Ömer iş yoğunluğundan okulu aramayı unutmuştu. Bir gün hiç aramadan Nuray?ı ve oğlu Halil?i alarak okula kayda gitti. Ne var ki, kayıt için gerekli evrakların hiçbir olmadığı için kayıt yapamadılar. Ertesi gün evrakları alarak gittiklerinde ise kayıtlar dolmuştu. Nuray ve Ömer bu duruma çok üzüldüler. Ancak Nuray içinden Ömer?i suçluyordu kafasından. Ne var ki, onu suçlamak, bağırmak, kavga etmek sorunu çözmeyecekti. Ömer?e ?Ne düşünüyorsun?? diye sordu. Ömer ?Üzüldüm, ama her şeyde bir hayır vardır. Ben Allah?a teslim oldum, oğlumuz için daha uygun bir okul bulacağız demek ki??

Yağmurun Elleri

Küçücük bir bakışın
Çözer beni kolayca
Kenetlenmiş parmaklar gibi
Sımsıkı kapanmış olsun

Yaprak yaprak açtırırsın
İlk yaz nasıl açtırırsa
İlk gülünü gizem dolu
Hünerli bir dokunuşla

Hiç kimsenin yağmurun bile
Böyle küçük elleri yoktur
Bütün güllerden derin
Bir sesi var gözlerinin

Başedilmez o gergin
Kırılganlığınla senin
Her solukta sonsuzluk
Ve ölüm...

21 Temmuz 2011 Perşembe

23 Temmuz



Sevgili bitanem sana mektup olarak yazmak isterdim bu satırları ama bu devirde mektup yazmak daha zor ve onu sana ulaştırmak kolay olsa da eline geçerken başkası ulaşabilir diye buraya yazıyorum.
Eee bizim 14 Şubatımız yok ve bizim için o günün bir anlamı yok bu nedenle bizde kendimize de bir gün yarattık. Senin sevdiğin ay ve benim sevdiğim sayı. Sana ne yazacağımı bende bilmiyorum ama bugünlerde hoşuma giden şeyleri yazmak geldi içimden.
Başlarda senden bir şeyler beklerken gözünün içine bakıp yalvarır gibi olurdum ve sen sabır deyip beklememi söylerdin. İyi sabır olsun deyip aslında birazda mecburiyetin içinde bulunduğu bir zorunluluğa katlanırdım. Şimdi kolaylıkla yaptığımız şeyleri o zamanlar ne de zor geliyordu bize. Aslında şimdi o zorluklara ve birbirimize sabretmemize bakıyorum da çok güzelmiş.
Şu sıralar sen ummadığım kadar iyisin. Şimdi sana anlatsaydım bunu ne umuyordun ki diye sorardın dur sen sormadan söyleyeyim biraz daha sabır dersin diye bekliyordum ama iyi ki yanılmışım ve beni yanıltmışsın. Sen beni ara sıra deli ediyorsun gıcıklık yapıyorsun ama bir gülüşün var her şeyi unutturuyor bana. Sinir oluyorum senin bir gülüşüne tav olmama ama elimde değil yumuşuyorum işte. Her gülüşün değil beni yumuşatan gülüşün çok farklı gözlerinin içi parlıyor hani en karanlıkta bile olsak, o parlama yıldız gibi oluyor.
Daha neler yazacağımı bilmiyorum sadece şunu bilmeni istiyorum ben seni ÇOK SEVİYORUMMMM HAYATIMIN ANLAMI.

Güle Sor Beni

Güle Sor Beni
Uzaktayım sanma çok yakındayım
Goncası kırılmış güle sor beni

Yalnızım akşamda
Sensizim sabahta
Attığım adımda
Bir başımayım
Ümidi alınmış
Işığı çalınmış
Güne sor beni

Mecnunum aşkına çöllerdeyim ben
Rüzgarda savrulan kuma sor beni

Yalnızım akşamda
Sensizim sabahta
Attığım adımda
Bir başımayım
Ümidi alınmış
Işığı çalınmış
Güne sor beni

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Barış Manço Harikası

Barış Manço Fransa'da bir televizyon kanalının canlı yayınına konuktur..

Küstah bir spiker vardır ve Barış Manço ile dalga geçmektedir...

Sürekli, "İşte Türk, yani barbar, vahşi vs..." demektedir.

Barış Manço daha fazla dayanamaz ve spikere "yanınızda kâğıt para var mı?" diye sorar!

Bu soruya spiker şaşırır ve "evet var ama ne olacak" der...

Barış Manço ısrar edince spiker cebindeki kâğıt paraları çıkartır...

Bu olaydan az önce Barış Manço canlı yayında "Anahtar" adlı şarkısını söylemiştir...

Bu şarkının bir bölümü şöyledir:

"Beş Akif- bir Saat Kulesi, iki Kule-bir Fatih, beş Fatih-bir Mevlana, İki Mevlana-bir Sinan"

Bu şarkı bir matematik sorusudur ve şarkıda da adı geçen kişiler o dönemdeki Türk parası olan banknotların arkasında fotoğrafı olan kişilerdir...

Barış Manço spikere sorar: "Bu paranızda fotoğrafı olan kişi kim?"

Spiker:

"General......." Barış Manço diğer paralardaki fotoğrafları olan kişileri de sorar, spikerin verdiği cevaplar hep aynıdır,
"General.......", "Amiral...........", "Komutan............."

Spikerin bu "falanca General, falanca Amiral, falanca Komutan" cevabından sonra, bu sefer de Barış Manço cebinden Türk paralarını çıkarır...

Spikere derki:

"Bu parada fotoğrafı olan kişi Mehmet Akif Ersoy'dur. Şairdir...

Bu fotoğraftaki kişi Mevlana'dır. Düşünürdür... Bu paradaki fotoğrafı olan kişi Fatih Sultan Mehmet'dir. Adaletin sembolüdür...

Bu paradaki kişi ise Atatürk'tür. "Yurtta barış, dünyada barış" diyen kişidir...

Bizim paralarımız bunlar... Biz Türkler ince ruhlu, kibar, medeni insanlar olduğumuz için paralarımızın arkasına "şairlerimizin" , "düşünürlerimizin" , "bilim adamlarımızın" fotoğraflarını bastık...

Siz Fransızlar kendiniz barbar, vahşi olduğunuz için paralarınızın arkasına hep savaş Adamlarının fotoğraflarını basmışnız!" der...

Barış Manço'nun bu müthiş cevabından sonra televizyon yöneticileri canlı yayını keserler ve spikeri oradan kovarlar, başka bir spiker yerine gelir ve canlı yayın yeniden başlar, yeni spiker Barış Manço'dan ve Türklerden özür diler, programa böylece devam edilir... !